Truva; bir efsane mi yalnız? Dilden dile dolaşan bir aşk
masalı mı sadece? Yoksa gerçekten yaşanmış dehşetli bir savaş meydanı mı? Ya da
hesabı 1915 Çanakkale harbine kadar uzanan derin bir hesaplaşmanın başlangıcı
mı?

Gizemini belki de yıllarca koruyacak olan tarihi bir sır bu.
Öyle gerçek ama öyle düşsel. İnsanın kendisi gibi iç içe aslında hayal ve
gerçek. Ne anlatılanlar dile geldiği kadar gerçek, ne aslında olanlar efsaneden
daha az masalsı. Ne olursa olsun tarihin en büyük kavgalarına kadar en şanlı medeniyetlerine
de ev sahipliği yapmış bu şahane kente başka bir büyü katan bir destandır
Truva. Ne ilginç ki bu cümleyi kurduğumda bir diğer tarihi mücadeleyi anlatan
aynı deyişi hatırlıyorum. “Bir destandır Çanakkale”. Zaten okudukça bu iki
tarihi olay arasındaki benzerliğin sadece bu olmadığını göreceğiz.Bizim Truva ile tanışmamız biraz tesadüf eseri oldu aslında.
Her ziyaretimizde karşılaştığımız her güzelliğiyle bizi kendine aşık eden bu
şehre bağlılığımızı bir kat daha arttıracak şeyle buluşmak bu gidişimize kısmetmiş meğer.

Çanakkale şehrine bu seferki ziyaretimizde “bir farklılık
yapalım ve şu ünlü antik şehir Truva’yı gezelim” önerisi ile başladı her şey.
Gittiğimiz yerde sağda solda gördüklerimizin öylesine alalede taşlar değil bize
tarihini fısıldayan bilge anlatılar ve değeri gibi kıymetli parçalar olmasını
istedik. Böylece bilmeden bizim memleketin harikalar diyarına adım atmıştık
çoktan.
Az çok bilgimiz vardı okul yıllarından fakat öğrendiklerimiz
bir tahta at figürü üzerinden kısa ve etkisiz bir öyküden öteye geçmiyordu.
Daha fazlasını araştırmakta geç bile kalınmıştı oysa. Çünkü koskocaman bir
tarih yatıyordu bu topraklarda. Belki Anadolu kültürünün ilk filizleriydi,
dünya uygarlığının ilk temsilcileriydi belki de burada yaşayanlar.
Öncelikle öğrendiğimiz sağlıklı bilgilerin bir çoğunun
kaynağının Sinan Meydan’ın “Son Truvalılar” isimli kitabı olduğunu belirtelim.
Bizi gençler olarak tarihe çağdaş bakışla ve merak edilen tarihle tanıştıran
Sinan Meydan’nın bu önemli kitabı rehberliğinde tarihimizin büyük kahramanları
Fatih Sultan Mehmet ve Mustafa Kemal Atatürk’ün Truva üzerine sözleri, bu
konuya bilinçli olarak eğilmeleri bizi daha çok heyecanlandırmıştı. Fatih
İstanbul’u fethi sonrasında Mustafa Kemal Çanakkale harbiyle Truvalıların
intikamının alındığı iddiasıyla bu bölge tarihine dikkat çekeceklerdi.
Bu
yoldan ilerleyerek olayın çıkış noktası olan Homeros’un İlyada’sı başta olmak
üzere ulaşabildiğimiz bir çok kaynaktan bilgi toplamaya çalıştık. Ve bu
bilgiler ışığında gezdik bir tarihin doğduğu toprakları ve kulak verdik
taşların bize anlattığı tarihi masala.
Anlatılan hikaye mitoloji ile iç içe, ayrılmaz biçimde
birbirine girmiş haldedir. Başta da söylediğimiz gibi bu yüzden masal kadar
gerçek gerçek olduğu kadar masaldır.
Truva kraliçesinin oğluna hamileliği
sırasında gördüğü korkunç rüyanın kahinlerce şerre yorulması ile başlar olay.
Tavsiyeleri dikkate alan kralın küçük oğlunu ormanlık alana ölüme terk etmesi
fakat hayatta kalıp büyüyen Paris’in ortaya çıkıp bir şekilde evine dönmesiyle
devam eder. Prensliğe dönmeden önce çobanlık yaptığı zamanlarda 3 tanrıça
arasındaki güzellik yarışmasının hakemliğini yapmıştır Paris ve dünyanın en
güzel kadınına sahip olma vaadi karşılığında Afrodit’e vermiştir birinciliği.
Bu dünya güzeli yıllar sonra karşısına krallığının ezeli rakibi Sparta kralının
karısı Helen olarak çıkacak ve kendisine verilen vaatten mi gerçekten büyük bir
aşktan mı bilinmez ülkesi Truva’ya kaçırır güzel kadını Paris. Neden – ya da
bahane olacağı dehşetli savaşların sonuçlarını sanırız kendisi de tahmin
edemezdi. Nihayetinde daha milattan binlerce yıl öncesinde dünya, iki zıt
kutbu; Doğu-Batı medeniyetlerinin çarpışmasına şahitlik edecekti böylece.

Ne büyük bir aşkın intikamı ne salt iki tarafın üstünlük
kurma çabasına benziyordu sonrasında olanlar. Okuduklarımızdan anladığımız
dehşetli zamanlar gerçekten bir devrin yok oluş ya da yeniden doğuş
sancılarıydı besbelli. Yıllar süren mücadelede asıl kaybedenin ise acı çeken
masum halklar olduğunu tahmin etmek bugünden bakarken hiç de zor değil.
Yıllarca devam eden savaşlar sonrasında tarih sahnesinde resmi olarak kaybeden,
savaş meydanında değilse de tahta bir at hilesiyle Truvalılar oluyor. Bu
kaybediş adeta Mustafa Kemal Cumhuriyetine değin yüzyıllarca bu topraklarda
yaşayacak milletlerin ortak kaderini çiziyordu-savaşta yenilmeyip masa başında
türlü oyunlarla kaybetme talihsizliği. Sadece bu bile acaba Truvalılar bizim
atamız mıydı sorusunu düşündürüyor insana.

Her neyse işin efsane kısmı burada sona eriyor. Truva adı
macera ruhlu, okuduklarına yürekten inanmış ve aslında tarihsel büyüsünden çok
define bulma heyecanı peşindeki bir Almanın amatörce kazılarına dek bir
hikayeden ibaret kalıyor tarihte. Sonrası halen çalışmaları devam eden
arkeoloji biliminin işi. Fakat böylece Truva’nın hikaye kısmının yanında
gerçekliği de kanıtlanmış oluyor. Tarih gün yüzüne çıkıyor.
Peki kazı alanına yerli turizmin bir parçası olarak gezi
amaçlı gittiğimizde görüp hissettiklerimiz nelerdi? Her şeyden önce o geniş
alandaki taş ve toprak yığınlarına baktığımızda ilk aklımıza gelen
şeylerden biri bizden yıllar sonrasında
bizim hikayelerimizi anlatan bunca kanıtın kalıp kalmayacağı sorusu idi. Tabi
doğaya karşı davrandığımız bu hoyratlıkla yıllar yıllar sonra yaşanılabilir bir
dünya hala var olursa. Olsa da bizden kalanların bu denli mana yüklü olmayacağı
kesin. Çünkü taş beton gibi değildi. Bugünkü tuğla ve beton yığınları kalmaz
yıkıldıktan sonra, kalsa da taşın anlattıklarına ortak olamaz. İnsan elinden
bağımsız var olan taşlar yüzyıllardır var olmanın o ağır bilgeliğiyle kendisine
şekil veren ellerin, şahit olduğu hayatların, görüp geçirdiği medeniyetlerin
kuşkusuz en net kanıtı ve anlatıcısıdır. Belki de bize öyle geldi gezerken
bilemiyorum.
Çanakkale şehrinin uzandığı bir diğer kıtasında
hissettiğimize yakın duyguları bu kıyıda da hissettik. Binlerce yıllık tarihin
üzerinde adımlıyorken bildiklerimiz ışığında hayal gücümüzün ürünü olası
sahneler canlanıverdi gözümüzde. Üstelik sadece Truva değil sonrasında aynı
topraklarda var olan insanların hayatlarını düşündük. Onların tamamen insan
olma ortaklığında paylaştığımız duygularını derinden hissettik. Bir yandan
ürperdik kendimiz çok büyük zannetiğimiz bu dünya ve tarih akışı karşısında
aslında küçüklüğümüzü acziyetimizi hatırlayarak. Bir yandan da hayranlık duyduk
insanlığın atası olabilecek soydaşlarımızın bıraktığı eselere. İnsanı içine
çeken büyülü bir atmosfere sahipti Troya. Oraya ait olduğunu hissetmek için
kendini sepya rengi karelerde hayal etmene gerek yoktu ya da o coğrafyaya
yabancı olduğunu düşünmek yersizdi sadece buradan kilometrelerce ötede dünyaya
gelmiş olduğumuz için. Attığımız her adımda içimizde buluyorduk o aidiyet
duygusunu. 1915 Çanakkale’si ne kadar bize aitse Milattan önce 2000’lerde de
o kadar bizimdi bu topraklar bu
destanlar. Bu açıdan bakıldığında Necmettin Halil Onan'ın kalplere kazınan "Dur yolcu, bilmeden gelip bastığın bu yer bir devrin battığı yerdir" dizesinin boğazın binlerce insanın kanıyla sulanmış iki yakasında yatan tarih için de geçerli olduğunu söylemek mümkündür elbet.

Gerçekten tutkulu bir aşk mıydı dünya tarihinin kaderini
değiştiren yoksa insanların zaten olması gerektiği için olmuş olayları inandığı
en kutsal duygu olan aşk ile süslemesinin bir örneği miydi Truva bilmiyoruz.
Bildiğimiz sandığımızdan çok daha büyük bir tarihin tüm sırları ve büyüsüyle
bizi o topraklarda beklediği ve Troya’ya zenginliği rüzgarın getirdiği.